Bu yazıyı, içimde giderek ağırlaşan bir hayal kırıklığıyla yazıyorum.
Haftalık koromuz vardı. Samimiyetle söyleyebilirim ki akademik hayatın yoğun döngüsünde, öğrencilerle yaptığım toplantıların arasında, evde bitmek bilmeyen işlerin gölgesinde nefes aldığım nadir anlardan biriydi dahil olduğum bu koro. Sevilen bir sanatçının repertuvarını çalışıyorduk. Sadece şarkı söylemiyorduk aslında kendimize ait bir an yaratıyorduk, kolektif bir neşe inşa ediyorduk. Ayrıca halka ücretsiz vereceğimiz bir konsere hazırlanıyorduk.
Konser yaklaşırken içimizden biri “Keşke o da gelse” dedi. Güzel bir hayaldi. Biri cesaret edip sosyal medyadan menajerine davet bile gönderdi. Cevap geldi: “Adına ithafen şarkılarını seslendirebilmeniz için izin almanız gerekiyor.”
Bu durum, bana gösterdi ki bu ülkede neşe bile artık bir izin meselesine dönüşmüş. Durup düşündüm. Bu sadece bir bürokratik prosedür meselesi mi, yoksa daha derin bir şeyin semptomunun mu?
KÜLTÜRÜN İRADELERİ
Halkın kendi kültürü ile olan ilişkisine sınır koyan mekanizmalar, aslında toplumsal alandaki özerkliği sınırlar. Şarkı söylemek bu en temel, en insani, belki de en arkaik sanatsal ifade biçimi artık izne tabi. Düşünün, Neolitik çağda mağara duvarlarına resim yapan insan, bir izin belgesi mi aramıştı? Agora’da şiir okuyan Yunan, bir ruhsat mı almıştı?
Elbette telif hakları var, saygı duyulması gereken yasal çerçeveler var. Ama burada asıl mesele hukuksal detaylar değil. Mesele, her türlü inisiyatifin, her spontane yaratıcılığın, her kolektif etkinliğin başına bela olan o zihin yapısı: “Önce izin iste, sonra yaşa.”
NEŞENİN POLİTİK EKONOMİSİ
Bu olay bana bir şey daha düşündürdü: Neşe, bu ülkede politik bir kategori haline gelmiş durumda. Kim neşelenebilir, nerede neşelenebilir, hangi koşullarda neşelenebilir bunların hepsi belirleniyor, düzenleniyor, kayıt altına alınıyor. Bir akademisyen olarak şunu gözlemliyorum: yaratıcılık, ancak belirsizliğe tahammül edebildiğimiz ortamlarda gelişir. Oysa izin kültürü, belirsizliği tamamen ortadan kaldırmayı hedefler. Sonuç? Steril, tekdüze, cansız bir kültürel manzara.
Konserimiz belki de iptal edilecek. Aylarca süren o titiz prova saatleri, aramızda ördüğümüz o küçük ama değerli aynı ritmi yakalama çabası ve yarattığı o duygu, bir cümleyle çöpe gitti. Belki de tüm prosedürleri yerine getirir, gerekli izinleri alır, kağıt üstünde her şeyi tamamlarız. Ama o zaman da neşemiz neşe olmaktan çıkar, buruk bir görev haline gelir.
SORUMLULUĞUN SINIRLARI
Tabii ki sorumluluk önemli. Tabi ki haklar korunmalı. Ama sorumluluk, hayatı tıkayan bir mekanizmaya dönüştüğünde, kendisini inkar etmeye başlar. Çünkü asıl sorumluluk, kültürün canlı kalmasını sağlamak değil midir? Halkın sanatla, müzikle, yaratıcılıkla buluşmasına zemin hazırlamak değil midir? Bu ülkede kültür sanat retoriği çok, ama praksis az. Nutuklar atılıyor, stratejik planlar hazırlanıyor. Ama pratikte, en basit bir koro etkinliği bile bürokratik bir labirente dönüşüyor.
Ve ben soruyorum: Eğer şarkı söylemek bu kadar zorsa, eğer kolektif bir neşe yaratmak bu kadar engelleniyorsa, nasıl bir toplum inşa ediyoruz?
SONUÇ YERİNE
Bu yazıyı bir şikâyet olarak değil, bir davet olarak yazmak istiyorum. Belki de artık yeniden düşünmenin zamanı geldi. Kültür politikalarımızı, izin mekanizmalarımızı, yaratıcılığa yaklaşımımızı.
Çünkü bir toplum, halkın neşesine bile kısıtlama getiriyorsa, o toplumun gelecek kuşaklara vaadedebileceği pek bir şey kalmamış demektir.
Şarkıların özgür olduğu, neşenin herhangi bir izne tabi olmadığı günlere hasret kaldık galiba. Ve belki de asıl trajedimiz bu: Biz hâlâ şarkı söyleyebileceğimizi zannediyoruz. Oysa sesimiz çıkmıyor artık izin formlarının arasında kayboluyor.
Kim bilir belki de ben abartıyorumdur.
Bence bu yazınızı sanatçının menajerine gönderin, çok güzel dile getirdiğiniz duygularınız, eminim o menejerin emeğinizi görmesine vesile olacaktır.
Umut ve neşeli günler…